Rezil olmuş gibi hissediyordum. Şeffaf gibi. Sokakta iç çamaşırlarımla dolaşıyor gibi. Utanıyordum. Salak gibi hissediyordum. Herkes doğrusunu bilirken yalana körü körüne inanan bir aptaldım. Yanlış hissetmiyordum. Aldatılmıştım, defalarca. Ve her seferinde beni aldatan adamın yalanlarına inanmıştım. İnanmak istemiştim, güvenmek istemiştim. Aptallıktı. İçimde büyük bir huzursuzluk vardı. Kandırılmıştım ama canımı yakan kandırılmış olmak değildi. Kandırılmak istemem ve buna müsaade etmemdi.
Bir kadın hissetmez miydi hiç aldatıldığını?
Körü körüne sevmiştim, etrafıma hiç bakmamıştım. Hiç düşünmemiştim, sorgulamamıştım. Onun söyledikleri dışında her şeye kapatmıştım kulaklarımı, bana gösterdikleri dışında her şeye kapatmıştım gözlerimi.
O ne yapmıştı? Sahip çıkmamıştı bana, bize. Ben senin için kimsenin karşısında duramam demişti. Durmamıştı da. Taş koymadı hiç, engel olmadı. O beni hiç kaybetmekten korkacak kadar sevmemişti. Onun için bir kayıp değildim ben, o beni hiç kazanmamıştı.
Kazanmaya değer görmemişti, sevmeye değer görmemişti... Ben ise sadıktım, ona ve hislerime. Bize sadıktım ben.
Sadakatimin sonuysa buydu işte. Parmağımda başka bir adamın yüzüğü, kimliğimde başka bir adamın soyadı... Kalkamıyordum şimdi altından hiçbir şeyin. Küçük kar taneleri birleşmiş koca bir çığ olmuştu. Altında kaldım. Üşüyordum ama soğuktan değil. Kalbim üşüyordu.
Lavabonun kenarını sıkı sıkı sardım avuç içlerimle, aynaya baktım. Kendime. Nasıl da yabancıydım. Kendi gözlerime bakarken bir yabancının gözlerine bakıyor gibiydim.
İnandığım yalanlar vardı, inandığım mutluluk dolu bir ilişkim vardı. Ötesi yoktu. Bir yalanı tek başıma yaşamıştım. Bir yalanı kaybetmemek için tek başıma çabalamıştım.
Bu yükün altında eziliyordum. Bir yalanın altında eziliyordum.
"Lara" dedi boğuk anlaşılması güç bir sesle. Kafamın boş duvarlarına çarpan müziğin arasında kayboldu kelimeler.
"İyi misin?" diye sordu.
Ona döndüm. Anlamsız bakışlarımı yüzünde gezdirdim. Lavaboya yaslandım ayakta durabilmek için.
"Bilmem" dedim "İyi miyim sence?"
Pürüzsüz yüzünü, kirli sakallarını, kahverengi gözlerini, muntazam burnunu, kısa kirpiklerini süzdüm. Çirkin değildi, aksine yakışıklıydı da. İstese bir sürü kadınla olabilirdi. Benimle evlenmişti. Onunla olmak isteyen, onu seven biriyle olabilirdi. Sevdiği biriyle olabilirdi. Ama benimle evlenmişti.
"Eve gitmek ister misin?" diye sordu biraz tedirgin bir şekilde.
Güldüm.
"Eve mi?!" dedim dalga geçer gibi. "Benim bir evim yok" dedim ellerimi lavabonun kenarlarından çekerken. "Unuttun mu orası senin evin" ona doğru bir adım attım. "Benim bir düzenim yok" dedim "Tüm o düzen senin düzenin" bir adım daha attım "Benim o evde bir kahve kupam bile yok" durdum "Hepsi senin. Her şey senin"
İşaret parmağımı göğsüne bastırdım.
"Benim bir hayatım bile yok" dedim yükselen sesimi kontrol etmeye karar verdim "Benim verdiğim bir karar yok, benim yaptığım bir seçim yok, benim istediğim bir hayalim yok"
Gözlerimin dolmaya başladığını hissediyordum, tenim yanıyordu. Öfkeliydim.
"Annemin istediği kıyafetleri giydim, babamın istediği okulda annemin istediği bölümü yazdım. Onların istediği arkadaşlıkları kurdum, istedikleri eğitimleri aldım. Senin istediğin gibi seninle evlendim. Benim hiçbir söz hakkım olmayan bir hayatım var sadece. Evim yok"
