Ayrıca bu kadarıyla da bitmiyordu! Tüm bu olanları anlattığında ailesinden önce mezradakiler sorgulamaya başlayacaklardı.
O zaman ne yapacaktı?
Birçok şeyi gizlemekten başka çaresi var mıydı?
Yine susmalı mıydı? Yoksa ne var ne yok ortaya döküp saçmalı mıydı?
Ailesine bile açıklayamadığı gerçekleri içini dışını bilmeyen insanlara nasıl açıklayacaktı? Murat'a açıklamıştı işte referans ortadaydı. Delikanlı ona günlerdir yabancıydı! Susmasa da anlatsa herşeyi; o zaman eşinin ve kızının gözlerindeki hayal kırıklığını kaldırabilecek miydi? Murat'ın ona desti geçmemiş hesap soramamıştı lakin Efsun ona temelli küserse ne yapar ederdi? Varlığın bağrında bir hayat sürebileceklerine rağmen onu bu bataklıkta senelerdir boğmuş olmasını nasıl açıklayacaktı? Yusuf onu yanında götürmek istediğinde razı gelmiş olsa... Efsun bunu duyduğunda onun karşısına çıkıp bir kere de bunun için hesap sorsa ne yapacaktı?
Göğsüne bağladığı kollarını ayırıp yüzünü sıvazladı. İki ucu boklu değnek! Ne kadar düşünürse sanki o kadar da çıkmaza düşüyordu. Peki ya kadını... Tazesi... Hatice? Herşeyi ona nasıl açıklayacaktı? Eteğindeki tüm taşları nasıl dökecek, senelerdir onların başına nelerin nasıl geldiğini, Ali tarafından şerefsizce nasıl kandırıldıklarını nasıl açıklayacaktı? Ali'yi nasıl izah edecekti? Etmeli miydi hakikaten? Sussa peki, hiç sesini çıkarmasa ne olurdu? O zaman Murat ne der, ne yapardı? Anlatması için baskı yapar, her şeyi altüst eder miydi? Verdiği sözleri ona hatırlatıp vicdan terazisinin boş kesesine kurulup oturur muydu?
Dönen o kadar dolabın arasından kendini ve ailesini nasıl tereyağından kıl çeker gibi sıyıracaktı.? Olayların üzerinden geçen onca sene boyunca kılı bile kıpırdamazken, nasıl tüm sorumluluğu ve külfeti Alinin üzerine yıkacaktı? Onun yalancı olduğunu yedi düvele duyurup, nasıl suçlarını ispatlayacak ve güvenlik güçlerine teslim edecekti? Bu arada ya kendisi de suç ortağı ilan edilirse ne yapacaktı? Her şeyi açıklasa bile kendisi de yalancı değil miydi?
Sorular... Sorular... Sorular!
Aklından geçen sorular bitecek gibi değildi. Üstelik öyle yorgundu ki; hiç uyanmamacasına uyumak istiyordu. Uyumak ve henüz hiçbir şeyin başlamadığı gençlik yıllarına dönebilmek... Lakin bu fikir önce Fidan'ın sonra Efsun'un varlığıyla sekteye uğradı. Onlarla hiç tanışmamış olmak, onları hiç yaşamamış olmak, yüreğinde acı bir filizin ışkın vermesini sağlamaktan öteye geçemedi. Dalları alevlerden bir sarmaşık gibi yüreğinin her bir yanını sararken, onu nefessiz bıraktı.
Gözlerini yumarak bu düşünceyi aklından atmaya çalıştı. Bugünlere gelebilmesi onlara bağlıyken, bu yersiz düşüncelerini onlara hakaret olarak addetti. Daha sonra ise Hatice ve Murat'ın varlığıyla geçmişle alakalı tüm hayallerini tamamen rafa kaldırdı. Bugüne yaşadıklarıyla erişmişti ve geçmişini yeniden vadetseler bile; onları kaybetmemek adına yine hayata kaldığı yerden devam edeceğine karar vermişti. Onlarsız bir hayatı artık tahayyül bile edemezdi.
Bu düşünceyle beraber sanki sırtındaki tüm yük hafiflemiş, geçmişi bir kalemde silinmiş gibi zihni feraha ermişti. Sırtından büyük ve ağır bir yükün kalktığını hissetti. Bunu kendinden önce ailesi için yapması gerektiğini bilinciyle derin bir nefes aldı. O günlerdeki hatalar ve yaşanmışlıklar olmasa bugünlere gelemez, böyle harika bir yuvaya erişemezdi.
Ne diyorlardı? "Geçmiş artık geçmişte kalmıştı."
Herkesi ve her şeyi zaman içerisinde affetmeye başlarken ilk sırada belki de kendisi vardı. Hakikaten kendini ve geçmişini affedebilecek miydi?
Belki tamamen affetmeyecekti ama galiba artık geleceğiyle barışması gerekecekti. Çünkü hayat ona artık fırsatlar sunuyordu. Yirmi senedir bir bataklığın içinde çaresizce çırpınmıştı fakat sabrı sayesinde o bataklık artık kuruyordu. O ise kuruyan her katlamanla beraber bir miktar yukarıya doğru sürünmeye başlıyordu. Ayağına dolanan her şey inceldiği yerden kopuyor, o yükseldikçe ellerine dikenler değil sağlam dallar geliyordu.
Artık anlamıştı ki; her ne olursa olsun elindekilere sahip çıkabilmesinin yolu, geçmişi deşmemekten geçiyordu. Geçmişi deştikçe önce kendini, sonra da ailesini, bilmeden, fark etmeden üzmeye başlayacaktı ve bu istediği en son şey bile değildi. Hatice'ye anlatması gerekenler ayağında halen bir pranga gibi kalsa da, bir süre daha ayağını sürüyebileceğini göze alarak derin bir nefes alıp arkasını döndü.
"Söyleyeceklerim daha bitmedi... Efsun nerede?" diyerek bakışlarını karısına çevirdi. Duruşu kat'iydi. Gözlerini kısmış, bir tilki gibi havayı soluyor gibiydi lakin kızının ne halde ve nasıl acılarla boğuştuğunu fark edemeyecek kadar da kendiyle meşguldü. Genç kadın görünüşünün aksine bundan dolayı oldukça memnundu. Kocası bir şeyleri ne kadar az bilir, anlarsa o kadar iyiydi. Sadece "Mutfağa geçti..." dedi sesindeki hüzünlü tınıyı gizleyemeyerek. Gözleri kaçamakça odanın her köşesinde gezdirdi. Birkaç dakikanın ardından Efsun kızarmış burnu ve yanaklarıyla içeriye girdi. Babasının onu sorduğunu duymuş, maşrapadaki suyla yüzünü yıkamış, biraz olsun sakinleşmeyi başarmıştı.
"Buradayım baba..." dedi. Sesi çatallaşmış, burnu akıyordu ama Bilâl bunu mutfağın soğuğundan üşümesine bağlamıştı. Adam sadece kafasını sallayarak;
"Geç otur kızım..." dedi ve ayağa kalkıp ellerini arkasında bağlayarak odanın içinde gezinmeye başladı.
"Şimdi söyleyeceklerim hepimizi etkiliyor... Bilmeniz gereken çok şey var ama birçoğu sonrayı bekleyebilir..."
Tavrı kararlı gibi görünse de içinden bir aksilik çıkmamasını diliyordu. Bu sırada bakışları Muratla çarpıştı. Oğlundan sessiz bir izin istedi;
"Sustuğun için sağ ol evlat... Ben daha sonra nasılsa herşeyi anlatacağım... Herşeyi göze alarak..." der gibi baktı, sonra ellerini kalçalarına koyarak konuşmasına devam etti.
"Ben diyorum ki;" derken nefesini bir müddet tuttu. Ailesi pür dikkat onu dinliyordu. Çölde susuz kalan bir bedevi gibi gözleri mayhoşlaşmış, belli ki diyeceğini merak bile etmiyorlardı. Önce şaka yapmak istese de sonra buna vakitleri olmadığını farketti. Belki de son 12 saatin içine girmişler ve zaman daralmıştı.
"Artık biz de gidelim buradan. Bizleri buraya bağlayan hiç bir şey yok. Ne akraba, ne toprak, hiçbir şeyimiz yok. Gelenlerle biz de gidelim..."
Sanki çok doğal bir şeyden bahseder gibi konuşmuş ve bir müddet ona aval aval bakan gözlerin içinde şimşekler çıktığına birinci elden tanıklık etmişti. Ah her şey ne kadar zordu! Elleri belinde mavilerini tek tek herkesin gözlerinde gezdirirken herkesten önce karısının dudaklarındaki belli belirsiz tebessümü fark etti. Sonra bakışlarını gayri ihtiyari Yalın'a çevirdi. Ufak adımlarla yatağının yanına yürüyüp saçlarını okşayarak mırıldandı.
"Ne dersin evlat? Bizler sence yapabilir miyiz şehirde? Yutar mı bizi ya da memnun mu eder? Adı mı büyüktür şehirlerin yoksa insanları mı? Ben unuttum artık oraları... Ben kocaman toprakların, küçük mezraların insanıyım çok zamandır.
Söylesene; adımımı attığım her yer toprakken ben büyük şehirlere sığar mıyım?"
Yalın ise sadece ona bakmakla yetindi. Onun aklı az önce ailesiyle paylaştığı "gidelim..." deydi. Neden sonra "Sığarsınız..." dedi. "Şehirlerin adı büyük olur aslında ama sanırım bir şehirde ne kadar kodaman yaşarsa o şehir o kadar büyüktür. Kocaman gökdelenlerini nerelere dikerlerse; oranın eşsiz ve paha biçilemez olduğu hakkında şehir efsaneleri uydurulur. Ve bu nedenle umarım bir gökdelenim yoktur. Hiçbir şey hatırlamasam da şuana kadar sizlerle yaşadım. Ve gördüğüm şey küçücük evinize rağmen kocaman yüreklerinizdi..."
Bilâl duyduklarından memnun bir şekilde dudaklarının kıvrılmasına engel olmadı. Genç adamla ilk defa sohbet etseler de ona fazlasıyla kanı kaynamıştı. "Bir gün..." dedi kendi kendine... "Bir gün iki eski dost olup bu topraklarda inşa ettiğim evimde ağırlayacağım yine herkesi..."

ŞİMDİ OKUDUĞUN
Hasret (Yayında!)
General Fiction"İnsan bazen attığı adımlarla kaderine koşuyormuş tazem... Ben onunla evlenirken sana koştuğumu bilemezdim... Onunla karşılıklı susuşurken, farklı bir kimliğe bürünürken, koca olurken, baba olurken sana yatırım yaptığımı bilemezdim... Kader ağları...