Kuzgunlardan biri, ormanın içinde yankılanan çıtırtılı ayak seslerinden ürküp, ağaçların arasından gökyüzüne yükseldi. Küçük bir sincap, alışkın olmadığı insan yüzlerini görür görmez, yakalanması imkansız bir hızla, çalılıkların arasında kayboldu. Hira, bunların hiçbirinin farkında değildi. Son iki saattir hiç durmadan yürüyordu. Yorulmuştu, susamıştı, hava teninde rahatsız edici bir nem oluşturmuştu. Ama asıl sorun, sık sık takip ediliyormuş hissine kapılmasıydı. Hiç bir neden yokken, dönüp arkasına bakıyor, etrafını gözlüyor, nefesini tutup bekliyordu. Deniz, her defasında belindeki bıçağı çekip, Hira'yla birlikte çalılıkların ve ağaçların ötelerine göz gezdiriyordu. Hiçbir anormallik yoktu ki bu, insanı daha da tedirgin ediyordu.
"Malikanedeki aşçılardan biri, savaştan sonra bu ülkede eşkıyaların türediğini anlatırdı." dedi Hira, Deniz'i de boş yere endişelendirdiği için suçlu hissederek.
"Evet." diye cevap verdi Deniz, onaylayarak. "Yine de ıssız bir ormanda dolaşacaklarını sanmıyorum, korkmana gerek yok." Güven vererek hafifçe gülümsedi ama gözleri kendinden o kadar da emin görünmüyordu.
Bu anlamsız ve rahatsız edici his, ormandan çıktıklarında buharlaşıp yok oldu. Hira, açıklıkta derin bir nefes alarak rahatladı. Belki de boğucu olan yalnızca sıkı ağaçlarla örülmüş ormanın kendisiydi. Ne var ki çıktıkları açıklığın, mezarlık olduğunu kavradığında, rahatlama geldiği gibi geri gitti. Farkında olmadan Deniz'e hafifçe sokuldu, adımlarını onun adımlarına uydurdu.
"Toplu mezarlık." dedi Deniz, kızın şaşkın yüzüne bakarak. "Üçüncü dünya savaşından kalma." Hira, açıklığı gözleriyle taradı ne var ki sonunu görmek mümkün değildi. Eski, beyaz renkli ve küçük mezar taşları, sağda ve solda alabildiğine uzanıyordu. Taşların üzerinde tarih veya isim yoktu; yalnızca altında birinin yattığını belli etmek için dikilmişlerdi.
"Sonunu göremiyorum..." diye mırıldandı kısık sesle. "Bizim ülkemizde, kayıplardan bir kez olsun bahsedildiğini hatırlamıyorum."
Ayağının dibinde uzanan küçük bir mezardan geçti; belki de bir bebeğe aitti.
"Bilmemizi istemiyorlar." dedi Deniz sert bir sesle. Yine de bu konuda başka herhangi bir açıklama yapmadan yürümeye devam etti. Hira, diğerlerine göre nispeten daha kısa olan beyaz taşa takılıp yere kapaklandığında, ağzından çıkan inlemeyi engelleyemedi. Çenesini öndeki başka bir taşa çarpmıştı, dişleri ve çene kemiği sızlıyordu üstelik dizi de yaralanmıştı. Deniz, kollarından tutup doğrulmasına yardım etti.
"İyi misin?" diye mırıldandı, kızın eteğindeki toprağı temizlerken.
Hira, "Sanırım." diye cevap verdikten sonra kanayan dizini ekşi bir suratla inceledi. Kendini küçük bir çocuk gibi beceriksiz ve işe yaramaz hissederek, Deniz'in elinden destek alıp ayağa kalktı. Canı yanmasına rağmen, yüz ifadesini düz tutarak birkaç adım attı. Deniz, sırtındaki çantayı çıkarıp uzattığında şaşırarak baktı ve telaşla,
"Kusura bakma, ben teklif etmeliydim." dedi çantayı sırtına geçirirken. Ağır çanta sırtına bindiğinde, dizi daha fazla acıdı. Deniz, sırtı dönük bir şekilde önünde diz çöktüğünde duraksadı.
"Bin hadi." dedi. "Düşen bir kıza, çanta taşıtacak biri olarak mı görüyorsun beni?"
"Gerek yok, ben iyiyim." dedi ve yanından geçip gitmeye yeltendi ama Deniz kolundan yakalayıp kızı kolayca sırtına aldı.
"Bacağın tam iyileşmedi." dedi Hira, üzüntüyle. Neden her zaman, ona yük oluyordu? "Gerçekten, iyiyim, yürüyebilirim."
"Yemek ye biraz." dedi Deniz lafı değiştirerek. "Kaç kilosun, kırk falan mı? Sırtımda olduğunu hissetmiyorum bile." Sesi keyifli geliyordu.

YOU ARE READING
KOLYE
Science Fiction"Güneş'in ölmeye başladığı zamanlarda, Dünya'yı başka bir galaksiye taşıyacak güce sahip iki kolye icat edilir. Ne var ki kolyeyi taşıyacak iki kişinin, insanlığı korumak adına ödemesi gereken ağır bir bedel vardır. " Yeni devirde, dengeler değişmi...