O gün kucağımda bir süre daha oturup yüzüme koyduğu elleriyle ruhumu okşamış ve defalarca kez beni gözyaşlarımdan öpmüştü. Onun yanında ruhumun, döküntülerini ortaya saçmasından şikayetçi değildim çünkü kendisi de durumun pekala farkındaydı. Üstelik döküntülerimden bir bütün oluşturmak gibi bir vaadi de vardı ve bu hiç istemesem de umut etmemi sağlıyordu. Bir gün onun gibi kaygısız gülüşler sunmak istiyordum insanlara ya da söyleyeceklerimi yüz ayrı süzgeçten geçirmeden söylemek istiyordum. Üzerime değen bakışları umursamayacağım kadar kendimi sevmek yahut yaşamdan keyif almak istiyordum. Beni o güzel elleriyle onarsın istiyordum. Ona deli olduğum bedenini kaybetmek korkusuyla sıkı sıkıya sarılmıştım ve ruhumu avuç içlerine teslim etmiştim çoktan. Ona ruhumu emanet ediyordum ve bundan zerrece pişman değildim. Çünkü beni onaracağını adım gibi iyi biliyordum.
Jungkook, sanki yaşanılanlar bir hayalmiş gibi, bana her zamankinden de çok ilgisiyle yaklaşmıştı ve sürekli konuşup kafamı dağıtmaya niyetliymiş gibi tüm gününü benimle harcamıştı. Babasına gece hakkında ne bahane sundu bilmiyordum ama küçüğüm o günün ertesinde ellerinde saksı dolusu çiçekler, o saksıların bir kısmını Stefan'a taşıtıyordu, ve yüzünde kocaman bir gülümsemeyle sabahın erken saatlerinde çalmıştı kapımı. Üzerinde mavinin gökyüzünü andıran tonunda açık renk bir tişört, bacaklarının yarısını açıkta bırakan beyaz bir de pantolon vardı. Zaten dağınık olan saçları hafifçe esen yaz rüzgarının etkisiyle biraz daha dağılıyordu ama Jungkook bunu umursamadığını belirtir gibi karşımda gülümsüyordu.
"Günaydın Teğmen!"
Günümü aydınlatan, neşeli sesiyle birlikte üzerimde gezdirdiği parıldayan gözleriydi. Kucağı saksılarla dolu olduğundan, eğilip onların birazını zemine bıraktı ve beni elimden yakaladıktan sonra "Orada öyle dikilmeyin" derken otların neredeyse boyumuza ulaştığı arka bahçeye doğru adımlamaya başladı. "Tembellik edecek gün değil."
Neyden bahsettiğini az çok tahmin ettiğimden sormadım lakin ona tüm bunların sebebini sormak için ağzımı araladığımda sesimi bastıran çığırtkan başka bir ses duymamla dudaklarımı birbirine geri bastırdım. "Bay... Jeon," kucağındaki dört saksı ve onların içinde yetişen çiçeklerin görüşünü kapaması sebebiyle önünü göremeyen Stefan yavaş yavaş konuşurken yalpalıyordu. Haline bir kahkaha attığımda Jungkook dirseğiyle beni uyarır gibi dürttü ama baktığımda onun da gülmemek için kendini zor tuttuğunu görmüştüm.
"Bunları" diye devam etti Stefan, bir adım sağa doğru gittiğinde. "Nereye... bırakayım istersiniz?"
Ve o dengesini sağlayabilmek adına bir adım da sağ tarafına attığında elindeki saksılardan biri kollarından firar etti. Yere düşüp parçalara ayrılan saksı Stefan'ın suçlanmış yüzünü açığa çıkardığında o, hafifçe kafasını eğip "Özür dilerim" demişti ki o bunu derken dengesi bozulan başka bir saksı da kollarının arasından kaydı. Jungkook kızıp kızmamak arası kararsız bir ifadeyle karşısındaki çocuğa bakıyordu ve ben onun kadar sabırlı olamayıp bir kahkaha daha atmıştım. Sonunda Stefan elinde kalan diğer iki saksıyı kurtarabilmek için eğilip onları yere sağlamca koyduğunda dudaklarını dişleyerek bizden bir kez daha özür diledi. Jungkook kafasını sağa sola salladıktan sonra yere saçılan topraklara doğru ilerleyip çiçekleri kökleriyle birlikte o hengameden kurtardı ve benim ellerime tutuşturdu.
"Büyük bir vazoya koyun bunu. Bahçede işimizi halledene kadar solmasınlar."
Bu dominant tavrının sebebini çiçeklere fazlasıyla ilgi duyduğuna ve onlara çok kıymet verdiğine bağlıyordum zira karşımda beni karargaha göndermeye çabalayan Hoffman'dan bile daha kararlı, sert bir ifadeyle durmasının da bana emirler vermesinin de akla yatkın başka bir açıklaması yoktu. Eh, hal böyle olunca emre itaat eden bir asker gibi dediğini yapıp içeri girdikten sonra çiçekleri suya koydum. Geri döndüğümde terk edilmiş bir araziye dönen arka bahçemi pek de iç açıcı olmayan düşüncelerle süzen iki çocukla karşılaşmıştım. Jungkook, bir elini beline koymuş bir şekilde Stefan'a "Önce şuradaki otları halletmemiz lazım" diyordu ve diğer eliyle evin girişine en yakın alanı işaret ediyordu. Stefan da onu kafasıyla ağır ağır onaylarken "Teğmen buraya hiç mi bakmamış" diye hayıflanıyordu. O ikisinin bu kadar iyi anlaşmasına hiç şaşmamıştım lakin arkamdan konuşacak derecede sıkı fıkı olmalarını beklediğimi de söyleyemezdim. İstemsizce çatılan kaşlarımla yanlarına gittiğimde Jungkook'a "Sabah sabah nereden çıktı bu çiçek işi?" diye terslendim. Jungkook önce gözlerime sonra çatık kaşlarıma bakmıştı ve uzanıp kaşlarımı düzeltirken "Böyle çok çirkin oluyorsunuz" diyerek sorumu duymazdan gelmişti. Ona kızamıyordum. O kadar sevimliydi ki bugün ve son zamanlarda bana dokunmaktan o kadar çekinmiyordu ki kendimi bu duruma kapılmış şekilde bulduğumdan ona kızamıyordum. O yüzden sinirli bir şeyler söylemek yerine "Ben otlarımla birlikte mutluyum" diyerek omuzlarımı silkeledim. Jungkook bana onaylamaz bakışlarını gönderirken Stefan da kafasını sağa sola salladı. "Hayır anlamadığım" dedi Jungkook. "Bay Hoffman da mı el atmadı? Stefan kaybolur bu otların içinde."

ŞİMDİ OKUDUĞUN
Vernem Nidahen ° Jikook
Hayran KurguOna silahımı doğrulttum fakat o bir çiçek uzattı bana. dom'um kapak için teşekkür ederim, ellerini öpüyorum ♥️