Olmasaydı sonumuz böyle.

150K 7K 10.5K
                                    

Eylül 1914 - Marne Nehri yakınları, Fransa

Kasvetliydi hava, en az ruhum kadar kasvetli.

Bugünü diğerlerinden ayıran özellik neydi, neden içimde filizlenmiş ve solmak bilmeyen korkunç bir duyguyu taşıyordum geceden beri ya da iç dünyamın dahası olmaz dediğim karanlıklarına nasıl olmuştu da bir yenisi eklenmişti inanın, emrim altında çalışan o askerin dediğini duyana kadar bilmiyordum.

Bir savaştaydık. Tarihin belki de en kanlı, en haksız fakat ısrarla gerekliliğinin savunulduğu; neye kime karşı durduğumun farkına bile varmadığım çok çetin bir savaştaydık. Her gün birilerinin öldüğü, birilerinin ölmesi gerektiği ahlaksız ve anlamsız bir savaştı bu üstelik. Sonucunu görebileceğimden şüphe duyduğum bu savaşın yan etkilerini seziyor, annelerin evlat acısı çektiğinin, geride kalan sevgililerin üzüntüden intihar ettiğinin yahut en basitinden masum çocukların babalarına kavuşmak ümidiyle gözlerini araladığı her yeni günün, beraberinde başka bir yıkımı getirdiğinin farkına varıyordum. Fakat kendimi durduramıyordum. Durduramazdım da. Bir askerdim çünkü. Çekik gözleri bariz bir şekilde "saf Alman ırkından" olmadığını bağırıyorsa da giymesi için dayatılan bir Alman askeri üniforması ve savunması gereken "vatanı" olan bir askerdim. En az diğerleri kadar kirliydi ellerim. Ya da belki de diğerlerinden çok daha fazla kan vardı şu küçük, boğumlu parmaklarda.

Yine o görünmez kanla çevrelenmiş çirkin ellerimle tuttuğum kalemimi önümdeki parşömene bir milleti yıkma, alt etme planlarımı dökmek için sürtüyordum. Aklım tamamen Fransızların direnişini biran evvel yok etmek düşüncesiyle doğan fikirlerle kaplanmışken babamın, "Marne'de mağlubiyet söz konusu değil." deyişini anımsayıp duruyordum. "Plana göre gerideyiz. O muharebede en kısa vakitte galip gelmek zorundasın. Bir hafta veriyorum sana, en fazla bir hafta."

Bir generaldi babam.

Öngördüğü muharebelerin ve kazanılması gereken zaferleri sığdırdığı akla yatmayacak sürelerin içinde bulunduğu, bahsi geçenleri gerçekleştirmenin neredeyse imkansız olduğunu ısrarla görmezden gelerek bana bile vermediği soyadıyla bahsettiği bir de planı vardı.

Schlieffen Planı.

Plana göre aslında Alsace-Lorraine'den giriyormuş gibi yaparak Fransızların dikkatlerini çektikten sonra askerlerimizi Hollanda ve Belçika üzerinden Fransa topraklarına gönderecek ve Paris'i aldıktan sonra onları alt edecektik. Plan güzeldi fakat uygulama kısmında babamı çıldırtacak bazı aksaklıklar ve önlemsizlikler zinciri ortaya çıkmıştı. Belçika'nın çok sağlam bir direnişle askerlerimize Fransa'ya ulaşmaları için geçit vermemesi gibi...

Bir mağlubiyeti daha kaldıramayacağını bildiğim babama sürekli raporlar gönderiyor ya da planı üzerine başka planlar ekliyordum. Gerçek bir savaştaydık Fransızlarla. Lakin başlatmış olduğumuz taarruz ne derece başarıya yakındı kestiremiyordum. Sanki kaybetmek üzereydik. Bunun korkusu ve aklımdaki düşüncelerin karanlığı küçük parmaklarımı titretmeye başlamışken adımın seslenilmesiyle irkilmiştim.

"Teğmen Park."

Kafamı, bedenlerinden kopardığım ruhların üzerinde gezindiği kirli parşömen kağıdından kaldırıp, gaz lambasının ışığında yüzünü seçebildiğim askere baktım. Omuzuna astığı silaha sıkı sıkıya tutunmuşken kafasını hafifçe öne hareket ettirip beni selamlamış ve sonrasında mutlak bir zafer edasıyla gözlerimin içine bakmaya başlamıştı. Ben ne olduğunu anlamaya çabalamadan önce garip bir şekilde neredeyse gülecekmiş gibi görünen adını hatırlamadığım asker, sonunda dudaklarını aralayıp yüreğimin sıkışmasını hatta bir müddet soluklarımın kesilmesini sağlayan o cümleleri sıralamıştı.

"Fransızların direnişini yıkacak büyük bir koz var elimizde. Bir asker ele geçirdik fakat künyesinden anladığımız kadarıyla sıradan bir asker değil. Bize güçlük çıkaran şu Fransız generalin oğlu tahminimce. Yaralıylı, hekimlerimiz tedavi etti kendisini. Ben buraya gelmeden evvel uyuyordu. Sizden emir alana kadar başına asker diktim lakin gelip görmeniz, teyit etmeniz gerek. Siz, onu tanıyordunuz değil mi?"

Yüreğimin ortasında şiddetli bir kasırga baş göstermişti şimdi. Karın bölgemin biraz üzerinde garip bir sancı ve boğazıma doğru akan sıcak, gıdıklayıcı bir hisle çevrelenmiştim. Adını bile duymadan, ona benzeyen bir varlığın burada, çok yakınımda olabileceği düşüncesi içinde bulunduğum tüm o kasvetten bir anlığına sıyrılmamı sağlayıp beni heyecanlandırmıştı.

Onu bir daha göremem sanıyordum. Sesini işitemem, ellerine uzanamam, siyah incilerinde kaybolamam... Bir daha varlığını yakınımda hissedemem sanıyordum fakat karşımdaki askerin söylediği buydu. Fransız generalinin oğlu burada.

Hakikaten birkaç çadır ötemde miydi?

"B-beni" tuhaf bir şekilde titreyen sesim beni ele verirken gözlerimi sıkıca yummuş ve boğazımı temizlememin ardından daha güçlü çıkan sesimle "Beni ona götür" diyebilmiştim. Varlığını yeniden bu kadar yakınımda hissetmek sert, geçit vermeyen sesimi titretecek kadar heyecanlandırmıştı beni. Elim, ayağım birbirine karışacak kadar heyecanlanmıştım. Dermanın birkaç basit cümleyle nasıl da çekildiğine şaşırdığım dizlerimin üzerinde doğrulup askere doğru adımladığımda onu yüzünde anlamaya çalışır bir ifadeyle bana bakarken görmüşsem de bunu umursamadım. O an için düşündüğüm ya da umursadığım tek şey generalin oğluydu.

Genellikle komutanların kullandığı büyük çadırı terk edip önümdeki askerin beni ona ulaştırmasını beklerken bir yandan da aklımdaki düşüncelerle savaşıyordum. Bize karşı olduğu, onu benim emrimle kendi askerlerimden birinin vurduğu gerçeklerini yok etmeye çalışan yanımla birlikte o çirkin gerçeklere karşı savaşıyordum.

Kaç çadır geçmiştik, kaç acı dolu inleme işitmiştik bilmiyordum fakat sonunda önümde yürüyen asker durduğunda, "Burası efendim" demişti. İşaret ettiği yere bakarken yüreğimin ağzımdan dışarı fırlayacak kadar hızlı atıyor olmasına şaşırsam da kendimi dizginlemek için çaba göstererek askere gidebileceğini söyledim. Göreceklerime hazır değildim. O askerin buna şahit olmasını istemiyordum ya da onu gördüğümde nasıl bir tepki vereceğimi bilemediğimden orada bulunmasını uygun bulmuyordum.

Kendimle baş başa kaldığım vakit içime derin nefesler çekmiş, terden ıslanan ellerimi üniformama sildikten sonra kalbimin yavaşlamasını beklemiştim fakat o ısrarlı bir davulcu gibi göğsümün sol yanına tokmağını sallıyordu.

Ne kadar beklersem o kadar heyecanlandığımı gördüğümde çadırdan içeri girmiştim. Birkaç lambayla aydınlatıldığından loş, şaşırtıcı ama bu kadar kısa sürede onun karanfil kokusuyla sarmalanmış bir odayla karşılaşmıştım.

Çadıra girdiğimde sol tarafta birkaç yatak ve o yatakların birinde de yorgun gözleri kapalı, kanlı bir sargıya ev sahipliği yapan fakat düzenli aralıklarla inip kalkan göğsü çıplak, güzel elleri bedeninin iki yanında konumlanmış bir şekilde uyuyan sevgilimi gördüm. Duracak sandım yüreğim. Zaten soluklarım kesilmişti. Bacaklarım titrerken ona doğru yürümek istiyordum. Öpmek istiyordum onu, hakkım olmadığını bile bile sarıp sarmalamak, yahut neden bu kirli oyunlara alet olduğunu sorgulayarak azarlamak. Bunun yerine, ayaklarımı bastığım şu toprağa çakılmışım gibi orada kalıp hareket edemeden bir süre görüntünün muazzamlığını seyretmiştim. Birkaç adım atsam, elini tutacağım kadar yakınındaydım lakin onu o pozisyonda öyle gördüğümde içinde bulunduğum durumu, ona olan uzaklığımı idrak edebilmiştim nihayet. O kasvet yeniden göstermişti kendini bana.

Biz iki düşmandık.

Savaştığım, kurşunlarımı acımasızca kullandığım Fransızların arasında onun olabileceği ihtimali yoktu benim için. Üzerinde düzenlemeler yaparak hayata geçirmeye çabaladığım o planların yazılı olduğu kağıt parçalarına onun da kanının damlayabileceğini hiç düşünmemiştim. Küçük bir çocuğa karşı savaşacağım aklımın ucundan bile geçmemişti. Fakat korkunç bir kararlılıkla orada durup kendini bana sergileyen gerçek, buydu.

Biz, iki düşmandık.

Vernem Nidahen ° JikookWhere stories live. Discover now