Kapısından itilip kovulduğum eve ayaklarımın habersizce götürmesi, hala anılara bir beden gibi sarılan kollarım, evimin soluk pencerelerini arayan gözlerim var. Sararmış perdelerini, toz tutmuş kitaplarını, zamanın hazin sonuyla bitmiş masalarını, dökülmüş deri koltuklarını ararım. Evim, betondan duvarları, kırılmış penceleri, tonlarca eşyayla dizilmiş değildi. Evim; iki gözün içi, kalbin tam orta yeriydi. Öyle huzurlu, öyle güvenliydi. İki eli çatı olur, saçları bahçe olurdu, gözleri en güzel manzarası olan iki pencere, dudakları en sıcak yeriydi evimin. Evim çok güzel kokardı. Tarçınlı kurabiye gibi. Ayıcıklı sevimli yara bantları ruhumun her bir parçasını, bütün kırıklarımı iyileştirdi. Şimdi evim yıkılmış; kokusu önünden her gün geçtiğim, en lezzetli kurabiyeleri yapan fırında bile olmazdı. Pencereler kırılmış; dünyada dolaştığım hiçbir yerin en güzel manzarası olamazdı. Dudakları çatlamış söylediği buz gibi cümlelerden; cehenneme gitsem ısınamazdım. Çatısı çökmüş, elleri eski anıları eşelemekten nasır tutmuş; hiçbir evin çatısı ne yağmurdan ne de kardan koruyamadı bedenimi. Bahçesi solmuş, saçları birer birer dökülmüş; en güzel çiçek tarlaları bile gözüme ne güzel görünürdü ne güzel olurlardı. Dokunamazdım çiçeklere, dokunmadım.