Belki bir yangındı aklımdaki, belki de sağanak bir yağmur. Kül mü yağıyordu gökten, yaş mı köz oluyordu yanağımı ıslatan bilmem. Ama bir sızı vardı... Bak şurada, nefes aldırmayan nefesimde... İçtiğim de su değildi zaten ziftti, kandı dişlerimin ayrık olduğu yerden damağımı ıslatan. Belki dumandı bu saçlarımı oynatan belki de yeldi onları kafamın derisinden söken. Bakıyordum ama görmüyordum. Bir perde inmişti gözlerime veyahut gözlerimin önünde olan o hakikat perdesi açılmıştı sonuna kadar belki de o yüzden körlüğüm nüksetmişti. Eller sarıyordu bedenimi, ruhum kusmak için bu hissi beni parçalıyordu. Parçalanarak ölmek kadar daha vahşice bir şey var mı hayatta?
Kaçmak istiyordum. Ama nereye kaçarım, kaçsam nereye saklanırım? Harun'un şeytanı yuva yapmışken şeytanımı kendine nasıl sakınırım ki kendimi ondan?
Yanmış et kokusu havayı doldurmuştu. Ya da ben öyle sanıyordum ve bu sanrı midemi kör düğümlerle bağlamaktan başka bir şey yapmıyordu. Yanıma saçlarından sürüklenerek getirilen şeytanımın her defasında kendi zebanisinden kaçarak eve doğru koşmasını ve nefesiyle alevleri söndürmeye çalışırken bir yandan da yerden avuçladığı toprakları ateş sarmış eve atmasını tekrara alınmış bir video gibi izliyordum. Her defasında saçları kafasından koparak yanıma savrulan bedenini kaldırıp eve doğru koşuyordu. Koşamadığı yerlerde üzerinde bulunan böceklerine emir veriyordu. O da yetmiyordu yerdeki kopan saçlarına durduğu yerden nefesini verip ateşin üzerine savuruyordu. O kadar ki kollarını her defasında sivri dişleriyle koparıp çivi gibi sivri tabanlarıyla ezen zebanisiyle inatlaşıp Savaş'ın ruhu gidik bedeni için savaşıyordu. Onun gibi olamadığım için kırk kemiğimi kırk farklı giyotinin ağzına koyup ortadan ikiye ayırma dürtüsüyle yanıyordum.
Uzun bir zaman sonra biz geliyoruz. Bütün her şeyimizle veyahut hiçbir şeyimizle.