Kül Kokusu

12K 797 786
                                    



"Olması gereken olur."

Romeo ve Juliet, William Shakespeare.

On üç.

"Birinin iyiliğini istemek, kötülüğünü istemekten daha karmaşık" dedim sardunyama, iç çekerek.

Gün boyu bahçemdeydim. Yeni minik saksılar edinmiş, çiçeklerimden doğan minik filizleri kendi alanlarına kavuşturmuş, aklımda Marin dönüp dururken kahverengi ayıcıkları sevmediğime karar vermiş, arka bahçe nane dolu olsa da birkaç sapı da belki filizlenir diye ön tarafa ekmiş, isteklerim bir sayı doğrusu oluştursaydı o kızı bulmanın ve o kızı zamandan silmenin sıfır noktasına aynı uzaklıkta duracağını fark etmiştim.

Sarışın yıldız hepimizden sıkılmış ve batmaya karar vermişti. Bahçeme karanlık inmek üzereydi. İçimde de gün bitiyordu sanırım, sıkılıyordum. Hareket etmek istiyordum ama yanlış bir adım atmaktan ürküyordum. Doğruların, yanlışların, kararların, kararlara saygı duymanın belli başlı çizgileri hatta mümkünse güvenlik görevlileriyle korunan sınır kapıları olmalıydı. Birine iyi gelmekle kötü gelmenin de öyle.

İşaret parmağımın tersini, payına R harfinin düştüğü saksısının önüne bağdaş kurduğum sardunyanın koyu yeşil yaprağında gezdirdim. Birine zarar vermenin sonsuza yakın yolu bulunuyordu. Saçını çekebilir, en sevdiği kişiye zarar verebilir, gitarlarından birinin telini koparabilir ya da yatının yeni cilalanmış zemininde sivri topuklu ayakkabıyla gezebilirdim. Oysa birinin iyiliğini istediğinizde, yolun sonunda çıkış motivasyonunu unutturacak kadar büyük bir felaketle karşılaşmayacağınızı kimse garanti edemiyordu.

Çizgi filmlerde mükemmel binalar kurulurdu ve binanın tepesine konan bir tek kelebek yapının statiğini bozup geride yalnızca toz duman bırakırdı ya hani, ben de Marin için kurulmuş dengeyi böyle bir kelebek etkisiyle devirmek istemiyordum.

İç çektim. İçime çiçeklerimin kokusu doluştu. Mor salkımlar bahçemin duvarlarını sarmış, beni ve kalbimin renklerini dış dünyanın gri asfaltlarından ve tuğla duvarlarından koruyordu ama uzun zaman sonra ilk kez dış dünyadan içeri birini almıştım işte. Onu ne kendi bahçeme sığdırabiliyor, ne sığdırmaya kıyıyor, ne koruyabiliyor ne de zaten neyden koruyacağımı biliyordum.

Bildiğim tek şey, hareket etmem gerektiğiydi.

Marin'in kalbi durmuştu. Kaan'ın kum saatini devirmekten kastı sanırım Marin'in gitme ihtimalini durdurmaktı ya da annesinden sonraki dağılışına bir ara verdirmeye çalışmaktı; emin değildim ama kum saatiyle birlikte Marin'in kalbini de durdurmuştu.

"Hani ben Umut'la tanıştığım gün taktığım küpe düşünce akşama kadar sokakta o küpeyi aramıştım ya" diye mırıldandım, sardunya belli belirsiz esintide kıpırdanırken. "Marin de kızı öyle arıyor. Herkes biraz biliyor, herkes o birazı ondan saklıyor. Onun iyiliği içindir, eminim bundan, Kaan'ın Marin'e zarar vermek istediği bir evren düşünemiyorum ama işte..."

Merdivenlerde oturduğumuz gün bana dönüp bakışı, kalbimi avuçlarının arasına alıp sıkan o soruyu soruşu, o an gözlerindeki deli lacivertlikte beliren sekiz yaşındaki hâli... O gün onu görselerdi eminim bütün kelebekler birleşip o kızı ararlardı. Bulunsun artık diye değil, Marin onu bulsun artık diye. Marin o sokakta aramayı bitirsin artık diye.

Göğsüm sıkışırken titreyen çenemi durdurmayı denedim. "Üşüyecek" dedim, sardunyaya. "Günler bitti, bıraksın aramayı da içeri girsin artık."

Onu nasıl eve geri getirecektim?

Ve, hangi eve?

İç çektim. Yanı başımda, sayfayı kaybetmemek için ters çevirip telefonumun üstüne koyduğum kitap "Nihayet, yola çıkmaya karar verir insan, nereye varacağına değil bir yol hikayesi yazmaya karar verdiğinizde de sonunu muhakkak yol yazar."* diyordu.

DemWhere stories live. Discover now