Sanatkârlara karşı duyduğum bu sonsuz hayranlığın sebebi şüphesiz ki eserlerinde karşılaştığım canlılıktan. Yaşayan ve anlaşılmayan bir insan olarak taştan bir heykelin suratındaki o kederli ifadeye tanık olmak beni, sanatçısına denk geldiysem şayet hislerimin anlaşılacağı yönünde körüklüyor.
“Beni düşünün!” “Seni düşünmek mi?” diye yanıtladım onu. “Bunu söylemene gerek var mı? Seni düşünmek.. Seni düşünmüyorum. Sen benim ruhumdan bile önce geliyorsun!”
Kendime bakıyorum ve bir dünya görüyorum. Ama bu dünya farklı ve canlı bir güç yerine, hayal ve karanlık arzularla dolu. Sonra her şey duyularımın önünde yüzüyor. Dünya kendi yolumu tuttururken, gülümsüyor ve hayal kuruyorum.
Ücra bir Fransız kasabası ya da terk edilmiş bir sahil kıyısı. Birkaç plak, yakaları nakışlı keten gömleklerin, en sevdiğin şarap ve benim için de favorilerimden üç kitap. Sabahları derin öpüşler, geceleri piyanondan tek kişiye sunacağın resitaller. İşte, öylesine yalın fakat yaşamak uğruna her şeyi yapabileceğim efsunkâr bir hayat.